18 Ocak 2012 Çarşamba

GECEKONDU ÇOCUKLARI

          Gecekondu çocuğu olmanın avantajları saymakla bitmezdi aslında,bizim mahallemizde herkes birbirini tanıdığı ve yabancı biri mahalleye girdiği andan itibaren de dikkat çektiği için sabahtan akşama kadar sokaklarda güven içinde oynardık. Şimdiki çocukların Omo reklamlarında izlediği üstünü başanı kirleten mutlu çocuklardık biz.
          Her ne kadar pastayı sadece düğün salonlarında da yesek, fiyakalı formalar yerine siyah önlüğü ortaokul yıllarında bile giyiyor da olsak, çeşit çeşit spor ayakkabı modelleri yerine lastikle okula gitmek zorunda da kalsak, hatta bu yüzden 23  Nisanda şiire seçildiğiniz halde öğretmeniniz tarafından ya kundura ayakkabı almamız ya da şiiri okuyamayacağımız söylendiği için iki kuruş parayı acil toparlayan velilerimizle koştura koştura kundurayıca gitmiş de olsak, kocaman çayırlarımız vardı bizim dileğimizce koştuğumuz; kuyrukları rengarenk gökkuşağı ahengiyle uçurtmalarımız  dolanırken gökyüzünde, gururla koşardık onların peşi sıra...
          Bazen kuyruklarına jilet takardık uçurtmalarımızın, muzipçe diğer çocukların uçurtmalarının kuyruklarını koparıp kendimizinki salınsın diye renkli bir gelin gibi. Sonra ağaçlara tırmanırdık, hatta bir keresinde ben mahalledeki  arkadaşlarımla ağaca tırmanma yarışı yaparken düşmüş ve sağ elimin avuç içini bayağı bir parçalanmıştım. Küçük taşlar batmıştı. Acıdan çok anne korkusu kaplamıştı içimi, benimle beraber arkadaşlarımda korkuyordu ondan. Çünkü annem hepimiz için kabus olacaktı. Hemen çözüm üretip mahalle bakkalımıza gittik (evet eczane de değil, doktor da). Bakkal abla sonra cımbızla elimdeki taşları tek tek çıkardı, yara bandını avuç içimin her yanına sardı. Akşam yemeğine kadar her şey kontrol altındaydı. İşte mesele kaşığı tutabilmek olunca benim elim arıza yaptı, eğreti bir şekilde tutabildiğim kaşık annemin gözünden kaçmadı. Annem "Aç bakalım avucunu" (benden sessiz bir bakış) "aç aç...  Sen ne yaptın kendine öyle!" ve devamında yakalanmış, bir güzel paylanmıştım.
         Yazlık sinemaya gidilen geceler çocukların ortak planlarıyla gerçekleşirdi. Bir anda yaygara çıkarılarak akşam tüm mahallenin sinemaya gitmesi sağlanırdı. Ne güzeldi o geceler... Her hafta değişirdi vizyondaki filmler, Cüneyt Arkın "yeminimi bozdum uleeeennnn !" diye bağırdığında tüm seyircilerden özellikle bekarlar kısmından -o yıllarda sinemalarda aile yeri ve bekar yeri olarak belirlenen bölümler vardı- daha fazla olmak üzere yükselen ıslıklar ve "yaşa, aslansın sen, yürü be !" nidaları her yeri inletirdi. Dönüş çok kolay olmazdı çünkü çok geç saatte film biter, sokaklar hele hele gecekondu mahallerinin sokakları doğru düzgün aydınlatılmaz, karanlıkta bozuk yollarda uyuyan çocuklar büyüklerinin sırtlarında,sadece birlikte olmanın güveniyle yaya olarak evlerimize dönerdik.
        Tamam bizim şimdiki gibi dışarı çıktığımızda alternatif yiyeceklerimiz, alışveriş merkezlerindeki çok çeşitli mağazalarımız yoktu. Ancak mahalledeki bir ya da en fazla iki arabaya zorla sığılarak gidilen pikniklerimiz, ağaçlarda kurulan kocaman salıncaklarımız, denizde giyecek mayolarımız olmasada giyilen tişört ve şortlarla denize girilip eğlencenin dibine vurulan anlarımız vardı.
         Değil bilgisayar oyunlarımız, televizyonumuz bile siyah beyazdı bizim. İlk renkli televizyonu almış olan komşumuzun kızı, sorardı bazen  izlediği şeylerdeki renkleri, biz de atardık ama çoğu kez tutmazdı. Sonra tek tük  derken iyice yayıldı renkli, tek kanallı televizyon. Aslında ona ihtiyacımız yoktu. Yaz aylarında zaten herkes dışarıda otururdu. Çayın parasıyla satıldığı cafeler yokken sokakta birilerinin demlediği çay içilirdi. Kışın ise  ziyaretler yapılırdı evlere. Dizilerin reklam aralarını kapsayacak şekilde değil de uzun soluklu sohbetlerin yapıldığı ziyaretlerdi bunlar. Biri hasta olsa  herkes bilirdi mesela. Şimdi sitemizde hatta apartmanımızda, bırakın hastayı cenaze çıksa "Ne olmuş acaba ? Aaa tüh tüh, yazık.." deyip evlerimize, kendi çemberimizin içine hapsoluyoruz. Tıpkı hafta sonu etkinliklerimizde tıkıldığımız büyük karton kutulara benzeyen suni ışıklara sahip alışveriş merkezleri gibi.
          Şimdi ki çocukların bilgisayarları var belki, çok varlıklı olmasalar bile bir şekilde markalı güzel kıyafetler alabiliyorlar kendilerine. Teknolojiyi çok iyi biliyor, rahat yaşıyorlar. Fakat neye yarar ki evlerin içinde mahkumlar ? Vazoyu kırmamak, duvarları yazmamak... Çok erken yaşlarda zorlu okul sınavlarına hazırlanmak üzere haftanın yedi günü dershane  ile okul arasında  birden bire büyük oluyorlar. İkisinin ortasını nasıl mı buluruz ? Çocuklarımızın çocuk olma haklarını katletmeyerek, onları "güzel günler görecekleri" fikrine inandırmak yerine güzel günlere uyanmalarını sağlayarak...
             Bir günleriniz tünelin hep aydınlık yanında olsun.
             Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın!

9 Ocak 2012 Pazartesi

1980 lerde çocuk olmak....

    1980'lerde bir gün, bir sabah ülke tamamen değişti her şey,her yer , her bir kişi , öyle ki insanlar anlamlandıramadığım bir şekilde birbirlerinin gözlerine bile uzun uzun bakamıyor, kafalarını çevirip, bakışlarını kaçırıyorlardı birbirlerinden, telaş, koşturma, fısıldaşmalar"duydunmu bizim Hayriyelerin oğlu yokmuş,
-Nasıl gız
-Bildiğin yok işte geçen hafta gece gelip almış eskerler,sonra kaçtı yok oğlun burda git de anarşit arkadaşlarına sor sen iyisi diye paralayıvermişler kadıncağızı. Hayriyeyi görme yürek dayanmıyor. Çok kötü deli gibi bakıyo ondan ötürü bir sorup öğrenemedim bildiğim bu kadar"
     O günlerde  öyle durumların yaşanması son derece olağandı.Hava  korku kokardı. Herkes haklıydı, gel gör ki bi o kadar korkaktı da.
     Sadece biz yani çocuklar daha az korkardık. bunun istisnası ise, annenin, babanın, ablanın, ağabeyinin, bu işlere karışmamış veyahut yakalanmamış olması idi.Kendiliğimizden kimse bize öğretmeden SUSARDIK. niye sustuğumuzu bilmeden hem de , kimin için sustuğumuzu.
     O vakitler güvenlikli siteler olmadığından gecekondular da kendilerini  daha içerilere saklarlardı, bahçeler vardı önlerinde bazen , bizimse  rengini yeşil anımsadığım bir tahta kapıdan girdikten sonra uzun bir holü andıran beton zeminli koridor, o koridorda da  ortak tuveletimiz, sonra genişleyen bir avlu, ve bu avluya açılan başka kapılar, başka hayatlar şimdiki apartman dairelerimzde antreye açılan odalar gibi , insanların yaşadıkları küçük kartonları anımsatan iki göz evlerinin kapıları bakardı. o avluya. Yerler kolay yıkansın, fare gelmesin , böcek olmasın diye çini taşı döşenmişti.Ancak  dut ağacımızın yaşayabilmesi  için etrafına pirketler örülerek bir parça toprak alan bırakılmıştı. İşte o avluda, akşam yemekleri,  birinin yaptığı pilav, diğerinin yemeği, ötekinin çorbasıyla,kurulan Halil İbrahim Sofrasına  hep birlikte yenilirdi.Yemekten sonra kimse fark bile etmeden hemen dut ağacına çıkar oradan bakardım bizim bahçe insanlarımıza, şimdiki ilişkilere baktığımda keşke diyoruim daha fazla izleseydim , daha fazla kafama kazısaydım o bahçe insanlarının mutluğunu, çekişmelerini, bütünlüğünü.
     Evlerde hayat böyleyken dışarıda bir alıp verememezlik, bir düşmanlık vardı anlamsız. Destancılar gezerdi o günlerde boyunlarına bir küçük teyp asmış genelde görme özürlü olan insanlar, ağlayan bir kadın ya da küçük bir kız çocuğunun sesinden ağıta benzeyen , biraz da şiir karışımı  içli bir takım  müzikler yaparlar, bunlar evlerden duyulduğunda insanlar dışarıyı hatırlar ve yanındaki herkesin yarın kaybolma eve dönmeme tehlikesi akıllarına düşünce , türküye üzüldüğünü sanarak  aslında  kendilerine ağlarlardı.
     Gecekondu evlerde hele bir de ağaç varsa ortada damlara çıkmak çocuk oyucağıydı.  Kırmızı kiremitlerin üzerinden seke seke anlık bir zaman diliminde mahalle değiştirebilirdin. Bizimki de böyle bir avluydu. Her şeyin rutin gittiği bir sabah, öğle , akşam bu değişken olabilirdi.Birden bire hiç tanımadığınız koşan bir genç sizin bahçenize girer,oradaki büyüklere sessiz bir bakış atarak hayalet edasıyla kayboluverir, peşi sıra gelen soluk soluğa kalmış askerler, buraya biri girdimi diye sorduğunda herkes hayır cevabı vererek neyi koruduğunu, kimi koruduğunu bilmese bile korurdu işte. Bizse, kimse bakın çocuklar karışmayın, fena yaparım demese bile askerlerin  bakışını üzerimizde hisseder hissetmez  o an ne yapıyorsak ona döner ve susardık. Çünkü soramazdık büyüklerimize, sorsak da kimse konuşmaz anlatmaz, anlatamazdı Sükut ikrardı. Konuşmak fena.               
 Bizim de çoğu zaman işimize gelirdi.  mesala, sokağa çıkma yasağı bana göre babamın evde olması , hatta tüm bahçe insanlarının evde olması demekti. Daha sonra kimsenin olmadığı sokaklarda dolaşırken askerler eğer kimseyi kovalamadıysa  moralleri iyiyse  bizimle şakalaşarak , aksi olduğunda da azarlayarak evlerimize yollarlardı. Tabii sadece asker değildi bize bunu yapan bide sokaklara yazı yazan bazen hiç tanımadığımız bazen de işte bizim Hayriye Teyzenin oğlu mahalleden abilerimiz kovalarlardı eve. İlginçtir. bizi her iki tarafta korurdu. ve biz her iki tarafı da görür ve konuşurduk. Bu yüzden bilirdik  aslında ikisinin birden korktuğunu.Bilirdik de hiç bi yana diyemezdik. Aslında onlar da sizden korkuyor. Her ne yapıyorsanız yapmayın diye. Konuşmak yasaktı zaten. Hele hele bir yana taraf olmak. Fenaların en fenası olabilirdi.Bizim için olmasa bile büyüklerimiz için onlar sorumlu olurdu bundan çünkü o vakit onlarda taraf sayılırdı.Çocuklarının bildiklerinden mesulduler çünkü.

          Çelişkilerin başlağı gün se  o gündü işte  12 Eylül , tüm dengelerin değiştiği, birden bire anarşit olduğu birilerinin ,ötekilerin vatansever. Benim o günlerde çözemediğim kördüğüm, şu anda da pek çözdüğüm söylenemez, her saftan  bir sürü kaybın verildiği bir durumda hep karşı saftakiler  , anarşitti, diğeri bizim Mustafa Efendinin Yiğeni, Hayriye Teyzenin oğlu onlar olacak değil ya canım, diğerlerini tanımıyoruz ne de olsa insan bilmediğinden korkar ya zaten. İşte anarşit onlar. Biz mi karşıdan, karşının gözüyle bakıldığında hangi saftayız  ANARŞİT.
            Bir günleriniz tünelin hep aydınlık tarafında yaşansın.
            Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın !
      

    

1 Ocak 2012 Pazar

       İlkokula başladığımda "bir gün" derslerim için bana yardımcı olacak pek de kimsenin olmadığını gördüm.
       Aslında altı kardeşiz: Bir abim, üç ablam ve de bir küçük erkek kardeşim varken hem de böyle bir durum içindeydim.
       Şimdi benim annem, annesinin  "ya şu kızı okula yolla bak yoksa hükümet sana ceza yazacak" diye gelen devletin bekçisinin başını bir taşlar yaran ve "kız benim hükümetin değil, ben de kızımı okutmuyorum tasası  sana kalmamış"diye kükreyen annesinin korkusuna, hadi gallim (annemlerin köyünde kardeşim manasına gelir.)biz kaçalım kendimizi okula yazdıralım diyen çocukluk arkadaşı ile okula kendini kaydettirmeye cesaret edemeyerek, okula gidemediğinden hiç mektepli olamamış biriydi.
       Babamsa, yaşadığı  köyden üç köy daha uzakta bir okula giderken kendisine lazım gelen kurşun kalem için babası, bir gün boyunda ağaç kesmek zorunda kalan, gün sonunda ise  potronu olan kişinin  ikiye böldüğu kalemin  yarısını alabilen bir durumdayken çetin şartları bu kadarla da bitmiyor, okula arkadaşlarıyla grup olarak giderken sık sık karşılaştıkları ayılardan birinden  o gün kaçamayarak malesef ayının ağır bir tokadını yemiş ve bayılmış.Köye dönmeyi başaran arkadaşlarının büyükleri getirmesiyle kurtarılmışi,ancak bunun üzerine okulun kapısı kendisi için  dedem tarafından sonsuza kadar kilitlendiğinde, ilkokul üçüncü sınıftaymış. Ama öyle garipsemeyin bu babamın zamanındaki çocuklar  için bayağı bir tahsilmiş hatta babam annemi bu konuyla ilgili bazen kızıdırırdı.Gazete okurken muziplik olsun diye anneme cahil olmasan sende okurdun diye takılınca annemin  sen sanki ne kadar okudun diye çıkışmasına, " sen ne diyon hanım benim öğretmenim zaten beşi bitirmişti yani ben iki sene daha okusam öğretmen olacaktım"diye annemi iyiden iyiye çileden çıkarmayı başarıyordu. ee hal böyle olunca listeden babayı da çıkarmış oluyordum.
      Ablalarımın ikisi zaten evli olduğundan bana hiç faydaları yoktu. onların da öğrencilik geçmişleri çok uzun vadeli ve parlak bir dönemi temsil etmiyordu üstelik. en büyüğün bir küçü olan ablam okuldan kaytardığı bir gün öğretmeni yolda buna denk geliyor. "ne yapıyorsun sen burada" diye sorduğunda şaşıran ve korkan ablam" leblebilerim döküldü onları topluyorum öğretmenim" deyince hastayım bahanesini de kendi kendi kendine yıkmış oluyor. Tahmini zor değil tabii o ablamda ilkokul beşinci sınıfta okul hayatına kocaman bir nokta koymuşlardan birisi idi.
      Abim de  biraz çekingen kendi halinde bir öğrenciydi. Benden üç yaş büyük olduğu için ilgilenmesi gereken kendi dersleri de vardı. Üstelik çekingenliği de zaman zaman  onun başına iş de açıyordu.O zamanların parçalarından olan bir gün okulun belalı öğretmenlerden birinin kızından dayak yiyince hayli ateşli,kardeşine sahip çıkan kimliğe sahip  ablamsa hemen öğretmenin kızına dayağın nasıl atılacağını bir güzel anlatmış, ancak bu onun başını da belaya sokmuş,ee  hadise "eti senin kemiği benim"devirlerinde,söz konusu  öğrenmenin de okulun en sertlerinden  biri olduğu durumda  ablam için sonuç pek de katlanılası bir hal almıyor.Bu ikilininde bir ekip halini almasıyla tamamen yalnızlaşmıştım.Dedik ya en baştan,benim maceramdı başlayan bunu bir şekilde devam ettirmek zorundaydım. ve öyle de yaptım.

İlk yazılım bir felaketti.Zayıf almıştım. Bu zor bir durumdu. Öğretmen seninle ilgilenmez,okula giderken yolu senin gecekondu evinin önünden geçer, sen koşarak önüne çıkarsın sadece bir "günaydın öğretmenim" demek içindir bütün çaba ancak o seninle farketmez  bile,üstüne üstlük  evde zaten çok da parlak bir yerin de yoksa mesala annenin özlemle beklediği,  üç kızdan sonra sahip olduğu, bir erkek evlatdan sonra dünyaya  gelmiş kız çocuğuysan, hayat senin için pek de kolay değldir,Adil hiç  değildir. hep daha fazla çabalamak zoundasındır. kendini ispat etmek hatta sevdirmek için.Bunun içindir ki  en azından  okulun lehine olması gerekir.
      Bende karar verdim.  ilkokul birinci sınıf öğrencisinin ikinci yazılısında yapılmayacak bir şeyi yapacak ve kopya çekecektim oturdum planladım, temiz bir sayfa kopardım defterimden. zira biz yazılıları defterimizden kopardığımız yapraklara yapardık.Kağıdın arkasına ezberlemek zorunda olduğum tüm fişleri yazdım. Tek tek bakarak hiç bir harfi atlamadan sonra yazılı sırasında arkadan okuduğum fişleri öne geçirdim.İşi biten fişleri de sildim  hemen ki elde kanıt olmasın.Ön tarafa yeniden yazdım iyi ki de yazmışım, sınıftan bir çocuk da önceden hazırladığ fişlerin üzerinden yazıyormuş gibi yaparken öğretmene yakalandı sonu pek hoş olmadı. Buna rağmen ben tüm fişleri silip olaydan vazgeçmedim ne olursa olsun bu yazılı iyi geçmek zorundaydı. Bu benim için artık başka bir  olay durumuna geçmişti. En nihayetinde tüm fişleri zamanında geçirip öğretmene sıfır yanlışlı tamı tamına beşi hakeden bir kağıt verdim. Elbetteki beşi kaptım. Bu olaydan sonra hiç düşük not almadım. Öğrencilik hayatım bambaşka bir boyuta geçmişti. O boyuttaki benim konumumsa bulutların üzeriydi.Çok mutluydum.
          Dedik ya tünelde karanlığı aydınlatmak bize kalmıştır. diye İşte ilk ışığımı  muzip bir fikir sayesinde yakmış oldum. ve o ışık elimde koca bir meşaleye dönüşüp tüm okul hayatımın seyrini değişmesine sebep olduğu için size  bu küçük mecaremdan bahsettim.Bu maceradır ki bana çalışkanlığın ayrıcalığını yaşatan,varlığımı kabule uğraştığım annemle bile ilişkim bir nebze de olsa vücut bulduran.Bu benim için hayatla başa çıkmak adına gururlu büyük bir adımdı.Başlangıcı pek doğru değildi belki, ne derler bilirsiniz savaşta her yol  mübahtır. sonrasını kesinlikle tırnaklarımla devam ettirdiğimi de bilmenizi isterim ki bana haksızlık etmeyin.
            Bir günleriniz hep tünelin  aydınlık yanına yakın olsun..
            Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın..!