1 Eylül 2012 Cumartesi

AŞKLAR VE ÇELİŞKİLERİ



     Aşk ne melen bir şeydir... Nerden çıktı ne zaman doğdu kimse bilmez amma velakin şu bir gerçektir ki dünya üzerinde insan oğlunun var olduğundan hatta ve hatta insanoğlu daha dünyaya inmeden aşk doğmuş ve kendi doğumu sırasında  aşıklar Adem ile Havva bu sebepten başlarını derde sokmayı başarmışlardır.
    Bundan sonrada  aşkın adının anıldığı muhtelif yerlerde savaşlar, yıkımlar, çekişmeler, ayrılıklar
olmuş, insanlar duyguları yüzünden hor görülmüş, çoğu kez işkencelerle hayatlarını kaybederek yaşadıklarının bedelini ödemişlerdir.
        Meryem'in aşkı  yüzünden Hz. İsa işkence görerek, çarmıha gerilerek öldürülmüş, böylece annesinin yaşanmışlığının bedelini hayatıyla ödeyerek insanlığa bir tarih, bir din bırakmıştır. Yani bu o kadar karışık bir formüldür . Uğrunda yapılan fedakarlıklarla hem tarih yazılır hem kötülüklerin kapısı açılır.
       Tarihteki bir çok büyük savaş yasak olan, doğmaması gereken aşkların varlığı sebebi ile ortaya çıkmış veya aşıkların koynunda gelen kale anahtarlarıyla kazanılmıştır. Bu olgunun gerçekliği de budur aslında ya en büyük hayaller gerçek olur, ya da en büyük hayal kırıklıkları vuku bulur.
         İnsan metobolizmasını bu kadar alt üst eden bir virüs daha yaratılmamış olduğundan sanırım hala revaçta. Öyle ki mükemmel bir düzenekte işleyen beynin yönetimindeki bedenimiz tüm bildiklerini yok sayar, bambaşka bir hal alır.Virüs vücuda ilk yayıldığı anlarda anlamsız bir mutluluk okunur surette, yürünen tüm yollar bulutların üstü, nefes alınan her mekan cennettir ki insanoğlunun aşka ilk feda ettiği ebedi hayatının mükafatı olmuştur. Bu virüs bedenimizden çıktığında ise içimize bir karanlık çöreklenir, yüreğimiz ağırlaşır taşıyamayız. İnsanoğlu acizdir, üstelik söz konusu olan dermansız bir derttir.

            İnsandan daha yaşlı, elle tutulup gözle görülmeyen, varlığı varsayımdan ileri gidememiş olsa bile yaratılmışların efendileri, akli melekeleri bulunanların görünmez prangaları olarak onları kendisine tutsak etmeyi başarabilen, anlatılması imkansız yaşanması güç olan bu olgu hakkında filmler çekiliyor, şiirler yazılıyor, şarkılar söyleniyor, türküler yakılıyor, masalların değişmez kahramanlarına aman dedirtiyor, yaşanamayan sevdalar destanlaşıp dilden dile dolaşıyor. Yine de kendinde barındırdığı sır çözülemiyor. Sanırım bundan ötürüdür ki ilişkilerin matematiği olmaz derler...
            Bir çelişki yumağıdır aşk çoğu kereler, yaşandığında büyümesi, güzelleşmesi gerekirken önünde ne kadar engel, ne kadar kötülük olursa aşıklar tüm bunların karşısında ne ölçüde yıpranır, dağılır, tutsak edilir, acılar çekerse aşk da o kadar ölümsüzleşir. Dilden dile dolaşarak büyür büyür büyür en nihayetinde devleşir.  Oysa doğal olanı yani  kavuşmanın, tek vücut olmanın, iki ayrı bedenin bütünleşerek tek bir ruh, tek bir beden olduğu durumlarda bunu sadece yaşayan iki kişi bilir. Kimse onlarla ilgilenmez, çevrelerindeki yakınları dışında varlıklarının bile farkına varılmaz. Bazen ise zaman ilerleyip bedenlerindeki yangın sönünce kendileri bile unuturlar yaşadıklarını.
           Aşk müdahaleci olduğu bir çok noktada olduğu gibi zaman dilimlerine de hükmederek yaşandığında  sanki hep baharmış gibi algılanır, puslu, kararmış havalarda yaşanamazmış gibi... Bunun sebebi ise kendisini  karanlığın zıttı olarak aksettirişi, var olduğu tüm zamanların yeniden doğuşu simgeleyen, iyiliğe, güzelliğe gebe doğanın yerine koyar kendini. Hiç mütevazi değildir. Hatta ukaladır da, karşısında olan, onun karşısında durmaya çalışan sevdalıların engellerini karanlık ilan ederek yer altına sürgüne yollar. Aydınlık yanın temsilcisi ilan eder kendini, öyle girer vücudumuza  her bir zerremizi kuşatarak hapseder kendine.
          Oysa uğruna feda edilen yaşamlar, gerçekleşen kıyımlar, hatta ismi tarihten yok olan  ülkeler bile onun kurbanlarıdır. Yenilen pehlivanın güreşe doymadığı durumlar yaşanır, karşısında bir çok defa yenilir insanoğlu. Tüm acizliğiyle çırılçıplak kalır önünde savunmasız... Sonra bir daha dener, bir daha... Yeniden yeniden yenilerek belki bir gün dize getirip yenebileceği umuduyla. Şimdiye kadar başarabilen çıkmamıştır. Krallar krallıklarını terk etmiştir kimi zaman, yiğitler savaş meydanlarında canlarıyla harmanlamıştır ya da Yunus Emre misali haykırmıştır:  "GEL GÖR BENİ AŞK NEYLEDİ...."
                 Bir günleriniz tünelin hep aydınlık yanına yakın olsun
                 Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın!
         
     

22 Ağustos 2012 Çarşamba

resimler ve insanlar



     Bazı şeyler vardır. klişe olmuş deriz ya öyledir. örneğin uzaklardaki hayatlar hep iyidir, hep huzurludur , bütün öteki kadın ve erkekler kötüdür, öğrenci düşük not almaz öğretici verir, ayrılıklar her zaman zordur bunlar sayarsak eğer milyonları bulur.
        Hiç kimse yoktur ki hayalinde uzaklarda bir yaşam canlandırmasın ve o yaşama kötülük kondursun, bir resim çizer oraya dair. Abidin Dino edasıyla her köşede bir mutluluk, her köşede bir sevişgenlik, her işte bir kariyer doruğu, o resimdeki köşe başı kapkaççıları, yabancılara kötü gözle bakma, yağmurlar, fırtınalar yoktur. Nereye gitmiştir. tüm bunlar bilinmez, gitmeselerde gözükmeyen imgelerdir. söz konusu olaylar. Taaa o kadar uzaklarda olmaz öyle şeyler çünkü, öyle ya orada yaşayanlar insan değillerde, başka başka yaratıklar demek.  Heralde orada hiç cinayet yok  ölümlerin hepsi evlerinde ya da hastanelerinde döşeklerde yaşanıyor.
        Kim bilir aşklarda  ayrılık da  yoktur oralarda, varsa da ayrılıklarda burukluk, yada ayrılmayı gerektiren birbirini anlamazlık, karşıdakine kötü davranma, yada ötekileştirilmiş bir kadın ya da erkek yani bir üçüncü kişi yoktur. Herkes kendi sevdiği, kendi seçtiği  ruh eşiyle sonsuza dek, ölüm onları döşeklerinde yakalayana dek ayrılmazlar.


        Okullarda herkes başarılıdır belki, hangi yaşta olursa olsun öğrenci hiç düşük puan almaz, ailesi tarafından bu konuda azarlanmaya, paylanmaya maruz kalmaz, çalışkandır okullu olanlar, saçma sapan sınavlar yoktur oralarda , çocuklar çocukları bitene dek büyümek zorunda kalmazlar. Yarış atı misali sürekli sınavlara hazırlanmak için cep test kitabı denilen mini boylarda kitapları otobüslerde bile çıkarıp çözmek yerine , beğendiği kendi seçtiği bir  kitabı okumak gibi lüksleri vardır, bisiklet yolları , sosyal etkinlikte bulunabileceği alanları ve zamanları bile olabilir.
        Acaba o zaman mutluluğun resmi, ismi şekli değişirmiydi , yani her şey kusursuz olsa, insanlar para için paranın kölesi olmak için değilde, hayatın tadına varmak, sevdiği tüm olguları etrafında barındırarak yaşasa, isteyeceği, şikayet edeceği durumların içine yine de kendini sokmayı başarabilirmiydi , bilinmez.
         Sanırıyorum ki çizilen bu mutluluk resmi günümüzde pek geçerlilik kazanamaz. Bir kere insanla başlar her şey ve onunla biter. İnsanın doğasında acı çekmeye meyilli bir yan olmasa,  kendi kendine yıkarmı kurduğu biliktelikleri, kıyar mı sokakta hiç tanımadığı birinin cüzdanındaki üç beş kuruş için boğazını kesmeye, yada başarılı olmak adına çocuklarını kafese koymaya, çemberin içindeki Hemster gibi sürekli koşar koşar, nereye gitmeye çalışır, neye varmak ister bunu kendisi de bilmeden farkedemen, sistemin ve paranın kölesi olurken geride bıraktığı değerleri unutmaya da bu kadar hazır olmazdı üstelik.
        Her yaşanan günde neredeyse bir kere hayat zor diyerek şöyle derin bir nefes alıp verilir. Bunun yanında düşünülmez  ama hayatı kim zorlaştırır. Görülmeyen bir el mi , aslında ilginçtir öyle düşünülür  bir çok zaman "kader" denir  yapılacak bir şey yok yaşanması gereken bir durum diyerek kabullenir, içselleştirilir yanlış olan yaşanan ne varsa. en nihayetinde elden bir şey gelmez! şeklindeki tamamen suç kaftandan yapılsa kimse giymez tarzındaki davranışı sergiler

       Öyleki,  şahsi iradeleriyle  kurdukları , hayatlarınının  aksiliklerini, başarısızlıklarını, aksaklarını bile başka bir durumalara bağlama, birilerinin üzerine yıkma gibi konularda en başarılı varlıklardır insanlar. ve de yaratılmışların en çelişkilisidir. Dünyayı harika bir yer yapabilmeyi başaracak evrendeki her bir zerreyi mensup olduğu ırkın  hizmetine sokmayı, her bir tanecikten ayrı ayrı yararlanabilme, ilişkilerini düzenleyebilme, hayatta kalmayı her şekilde başarabilme  gücü varken gün be gün yaşanmı kendi veya yakınları özellikle de en sevdikleri  için çekilmez kılan başka bir canıl türüne rastlamak mümkün olmaz olamaz olabilemez!

          Herkesin kendi elleriyle inşa ettiği yaşamlarda elbette kırıklıklar, özlemler kayıplar, yenilgiler,  yaprak dökümleri  olacak,  zaman zaman dizide kanayacak, canı da yanacak. Sevişmeleri olduğu kadar nefretleri de selamlayacak, barışı kucakladığı gibi savaşa da göğüs germesi gereken anlar olacak, kavuşmalarda doruklara çıkarken, varlığını dibe vurduran ayrılıklar da yaşacak  bunların hiç biri önemli değil asılnda, önemli olan tüm yaşanmışlıklara rağmen kozaladan çıkan tırtıl gibi kalmayıp bir günlük yaşam uğrana kelebek olabilmektir. Tenine vuran yumuşak rüzgarı hissetmek özgürlüğün tadına varabilmek için .
        Zümrüdü Anka Kuşu , o denli hassas , naifken  masal kahramanı olup  da , her defasında yaşarken daha yaşamdayken her defasında yeniden,  hiç bıkmadan usanmadan bir daha bir daha  küllerinden doğarlar. Bu halleriyle bize aklı her şeye kadim olan yeten insanoğluna yaşama dair, yaşamda ayağakalkabilmeye dair fikirleri serer gözler önüne "Kaderini yaşa , ya da yenisini yaz" insanoğlunaysa kalan sadece tercih  yapmak  hepsi bu.

  Bir günleriniz tünelin hep aydınlık yanına yakın olsun
  Bir gün görüşmek üzere Hoşçakalın!

15 Mayıs 2012 Salı

BU HAYATSA...

         Öyle bir zaman içindeyiz ki ne iyi ne kötü bilinmez. Sürekli sürekli geçmişi yadedip  , yaşadıklarımızın güzelliklerinden , o günlerin samimi sıcaklığından ,  insani değerlerin ne kadar da yüksek, ikili ilişkilerin  daha tutarlı, büyüklere saygı ve daha sayamayacağımız milyonlarca olgu bulabiliriz konuşacak, tartışacak, hasret duyacak.
         Ömürden geçen her gün bittikten sonra geçmiş olur aslında, gelecekte biz bunu düşünür, güzelliklerini kendimize, başkasına öve öve bitiremeyiz. Keşke bunu o günü yaşarken yakalayabilsek, farkına varıp mutlu olsak ama olmaz işte bizden çıkıp gidince kıymetini biliriz. Bu sadece yaşanan günlerle değil , birlikte yaşadığımız insanlar için de böyledir. Gittiklerinde haklarında konuşurken bir kötü söylesek iki iyi söyleriz. Ne yapalım bu da böyle bir çelişki , ne derler bilirsiniz ilişkilerin matematiği olmaz . Iki ile iki hiç bir zaman dört etmez.Bazı dönemler de ise istese de edemez. Her şey istenilen rutin düzende gitmez.

         Bunun sebebi ne ? bir sürü şey olabilir, hepsini bilebilmemiz mümkün değil. Lakin ben birini biliyorum sanırım.         
       " Değişmeyen tek şey değişimdir" Hal böyle olunca gelişen teknoloji  kolay ,pratik , hızlı, tempolu yaşamı bize benimsetirken , çeyiz sandığındaki danteler gibi, bir çok değerimizi de gözden uzak yerlerde belki bir gün kullanılır,bakarsın yeniden moda olur  diye saklamaya itti  hepimizi
         Zamanımızın en büyük değişimi bilgisayarlar  bir çok konuda yükümüzü aldılar  üstümüzden,insanın çalışması gereken tehlikeli bir sürü görevi üstlendiler bizim adımıza, hesaplamalar yaptılar,  böyle güzel bir durumdan kötü sonucun çıkması ise bilgisayar olmakla insan olmanın ayırımına varamadığımızdandır.
         Bu gelişimlerin neticesinde  büyüyen şirketlerin daha da büyüme hırsları ,  ne kadar kazansak da tüketme güdümüzün zirveyi yaşadığı şu dönemlerde parayı hiç bir zaman yetiremediğimiz  sürekli sömürme kendimize yeni sömürü kaynakları yaratma düşüncesi , işlerin hafiflediği bir zamanda hemen işten çıkarmalara üstüne üstlük  çıkan çalışan yerine kimseyi almayıp, işinden olmamanın rehavetiyle büyük bir  mutluluk içinde, sırtına ne yüklenecek olursa olsun ağzında kocaman evetiyle   angaryaları sırtlamaya hazır  çalışanlar,  ve zincirin devamı halkalarla zamanla bir angarya daha , bir angarya daha derken çığırdan çıkmış, kendisine ayıracağı zaman ancak hayvansal ihtiyaçlarını görecek kadar sınırlandırılmış, robotlaştırılmış insanların eve dönüş yolunda  ne hale geldiğini görmek için akşamları toplu taşıma araçlarının içine bakmak  ama gerçekten bakmak gerekli.
         Kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler, çocuk yaşta  çalışanlar , öğrenciler,  sürü halinde günün belirli bir saatinde  sanki bir el  onları derleyip toplayıp oraya koymuş,gidecekleri yönleri belirli gruplara ayırarak belirlemiş ve insanlarda verilen görevi ifa etmek üzere   sel olmuşçasına  hızlı adımlarla bir yerlere  yetişme daha doğrusu binecekleri toplu taşıma araçlarını yakalama çabasında , hepsinin gözleri en uzak noktaya sabitlenmiş ,  yüzlerinin en iyi ifadesi ise  ifadesizliktir, çünkü genel geçer tek görüntü yorgunluktan rengi kaçmış bir ten, bıkkın  çökük bir çift omuz, gözleri kapanmamak için adeta savaş veren insanlardır.sabah şık şıkıdım olan bakımlı bayanların ise saçları dağılmış, ya sıcaktan makyajları akmış, ya soğuktan dudakları çatlamış, kendinden vazgeçmiş bir şekilde eve giden yola koyulmuşken  servisle giden, yada toplu taşıma araçlarında yer bulan ender şanslı şahıslar kafalarını cama dayayıp yolculuk boyunca düşünür. Ya kreşte ki çocuğa yetişememektir kaygı, ya trafik sıkışlığında , üstüne üstlük  müdürün kaprisiyle işten  geç  de çıkmış ise bakıcının asık suratı, hiç olmadı evde yemek de yok bu gün ne yapsam acaba? , erkek ise camın kenarındaki pestili çıkmış bir şekilde eve girince  nasıl yapsam kendimi düzeltsem , düzeltsem ki evde
-"ne bu surat sadece sen mi çalışıyorsun evde huzur muzur bırakmadın"
 söylemlerine yaşamasa  ne güzel olur.  zira birde onu kaldıracak hiç hali yok.

         Yolculuk bitiminde bu  kalabalık sürü   indikleri çeşitli duraklardan  telaşlı ev dedikleri barınaklarına sığınmak üzere süratle hareket ederler  , istenilen sükuttur sadece. O kadar vazgeçmiştir ki kendinden çarçapuk , eşofman, pijama, paspaye rahat ne varsa geçirirler  üzerlerine  , acil acil pratik, mutfaktaki mevcut malzemelerle yemek  oluşturulur.olmadı hazır bir şeyler söylenir,  özensiz mümkün olan en kısan zamanda hazırlanan  bir sofraya geçerilir. Bir iki çift laf edilir.  sofra hatırına,günü her ne olursa olsun kasasız belasız bitirmiş olmanın zaferiyle kısıtlı bir zaman diliminde dışarıdan bahseder aile bireyleri birbirlerine amma velakin bu bile  herkesin kafası dışarıdaki işlerle doluyken tam bir birlik oluşturmaya yetmez,bir takım hikayeler anlatılır anlatılmasına da kafası dolu dinleyen bireyler sadece yüzeysel dinlerler kulağına gelen sesleri yani yapılan paylaşım değil sohbettir aslında hal böyle olunca da  her birey kendi yorgunluğunu, kendi sorunlarını, yine kendi bilgisayarlarında kendi odalarında, ayrı televizyonlar izledikleri  farklı dizilerde  üzerlerinden atmaya çalışınca,annenin  çocuklarını sevmeye, çiftlerin  birbirlerine iyi geceler demeye bile fırsat bulamadan köşede bucakta  uyuya kalmalarla  son bulur gün. Sevmesiz sevişmesiz! Duruşumuz budur  yeni dönem modern yaşantılardaki evlerimizin tablolarında.

         Güldüren düşünürümüz Nasreddin Hoca yüzyıllar önce sanki bu günkü tabloyu görmüş de karısıyla şu sohbeti gerçekleştirmiş;
         -Yahu hanım bizim  1 kilo ciğer nerede?
Hanım tükettiğini hocadan saklamak için ivedilikle uydurduğu yalanı yapıştırır
           -Bizim kedi yavrusu yedi diye
Hoca alır kedi yavrusunu tartar , kedi bir kilo gelir.Döner karısına
        -Yahu hanım der. Bu ciğerse kedi nerde , bu kediyse ciğer nerde
Evet muzip hocamızın dediği gibi ,
       " bu hayatsa biz nerdeyiz?, bu bizsek hayat nerde?"Bizi pürtelaş tünelin sonuna götüren banliyö treninde...!
           Bir günleriniz daima tünelin aydınlık yanına yakın olsun.
           Bir gün görüşmek üzere Hoşçakalın...!


9 Nisan 2012 Pazartesi

ÇAPKINMISINIZ GERÇEKTEN Mİ ?

         
                 

         Toplumların genelinde, muhafazakar kapalı toplumların ise tamamında çapkınlıkla ilgili en büyük yanılgı bu çarkı sadece erkeklerin döndürebilmesi, hatta ve hatta yaratıcısının direkt erkek olduğunu  kesin yargılarla kabul etmeleridir.
            Bunun yanlışı aslında, ergen iki çocuğunun biri kız biri erkek olan ailelerinin evlerinin  sofralarında , akşam sohbetlerinde başlar. Erkek anlatır yeni tanıştığı bir kızla nasıl da flört ettiğini, onu nasıl tavladığını,öyle heveslidir ki bunu anlatırken, ağzı kulaklarındadır,  neden olmasın kendi açısından zaferdir yaşadıkları.çünkü o erkektir. Ve ne kadar çapkın olursa toplumda o kadar kabul görecektir. Bunun bilinciyle omuzlarını dikleştirerek, derin bir nefes alarak göğsünü şişirir ki, kendinden eminliğini vücut dilinde  de yansıtsın etrafına, okulun bahçesindeki, otobüsteki, okul gezisindeki, okul velaybol takımındaki küçük mecralarını anlatırken   Gencin bundan keyif  alması doğal gelebilir  tabii, ancak sofradaki tüm aile bireyleri de aynı keyfi yaşarlar, ne kadar otoriter de olsa baba, gerekirse köşeye çekilip duymuyor gibi davranarak kulaklarını kabartır sohbete ,kabaran da sadece kulakları da değildir üstelik, aynen aslan oğlunun ki gibi göğüslerini dikleştirir. Ne de olsa babasının oğludur. Yaşadıkları da sonuna kadar mubahtır.Hele anne bir kadın olarak daha vahim bir yanlıştadır. E kızlar oğluna bakmayacak da kime bakacak helal olsun biricik oğluna,
             Peki  ya o ,masada bir de genç kızımız var. Kafası önünde diğerleri kocaman kocaman gülümserken, o, sadece  yanaklarında hafif bir pembelik, (sanki tüm bunları kendi yaşamışçasına utanarak ) hafif tebessümler eder. Hoşuna gider kardeşi yada ağabeyinin yaşadığı mutluluğu paylaşır tabii,Ama yüreğinde sevdiğinin sızısı vardır.En yakınlarının kulaklarını, gönüllerini tıkadığı, yok saydığı bu sızı , kimbilir sevdalısının yemek masasının bu akşamki konuğudur. Kendi evinde gözardı edilen onun da duygusal bir takım ilişkiler yaşamaya ihtiyacı  ve  hakkı olduğu, başak bir evin sarı duvarlarında yankı bulur , gene bir erkek çocuğunun  gölgesinde
         Kişilerin yaşları ilerleyince bu masum ilişkiler biraz daha derinleşir,  belki çirkinleşir,maalesef basite bile indirgenir zaman zaman, artık maceraların anlatıldığı mekan bir kahvehane, cafe yada bilardo salonu, dinleyiciler arkadaşlardır. Malum artık durum aile arasında görüşülecek mahremiyeti aşmıştır. Anlatıcı özellikle adı çıkmış bazı meslekleri de yapıyorsa değme keyfine, mutlaka ayağını her dokunduğu ülkede, şehirde olan dizi ,dizi  sevgililer, tanıştıktan iki saat sonra otel odasına, kadının evine gidiş ve öz konusu erkeğimizin üstün başarıları , kahkalar eşliğinde masaya yatırılır.( İşin traji komik yanı ise bizim çapkının çoğu geceler yalnızlıktan yabancı sokaklarda beyhude dolaşmasıdır ki şimdiki konumuzun  o olmadığından üzerinde durmayacağız.)
                       
             Bizim uluslararası ün yapmış kişimiz  çoğu kez evlidir.Ya da en azından kendisinin ciddi  ilişki gözüyle baktığı flörtü de vardır. Peki bu arkadaş anılarını ballandıra  ballandıra anlattığı  o sandalyeden kalktığında oraya kendi mahallesinden  bıyıkları yeni terleyen bir delikanlı gelse de biraz daha utana sıkıla mahalleden bir abladan öğrendiklerini anlatsa,,,, cinayetlerin en kanlısı yaşanır değil mi, nasıl olur?Olanaksız olan  böyle bir konuyu telaffuz edenin bile katli  vaciptir.Dile gelemez bir şeyken bu nasıl yaşanabilir. Bizim kahraman gider bir sene sonra döner orada yaptığı her şey normal , normal  ne demek övgüye değerdir. Ancak bıraktığı yerdekilerin aynı temizlikte olması şarttır.  Zira kendisi böyle bir kalleşliğe , (köprünün öbür yakasında kendini bulunca olayın adı kalleşliğe döner ) maruz kalamaz, olmaz ya onu bu duruma düşüren olursa da gereği de yapılır üstelik!
        Konu aslında çok açık duygusal ilişkiler iki kişiliktir. Kadın ve Erkek. Her çapkın erkeğin, çapkın olmak adına yaptığı her hareketin karşı yakasında bir kadın vardır.
        Unutmayın ne erkektir ne dişi bunu yapan iki kişi. O yüzden bir daha düşünün siz hakikaten ÇAPKINMISINIZ ?
       Bir günleriniz tünelin hep aydınlık yanına yakın olsun
       Bir gün görüşmek üzere
       Hoşçakalın
 

15 Mart 2012 Perşembe

YALNIZLIĞINI DA AL GİDERKEN!

                             
                           
                  Bazen  tüm zamanların en yalnızısındır. o kadar yalnız ki gökdeki ay bile senden  kalabalıktır. Ne kadar acayip hayatından giden kişinin adedi birdir . Sadece bir, tekdir. Gel görki tüm şehir boşalır onun adımlarıyla sanki süpürür herkesi önü sıra her şeyi her yeri yanında götürür. de sana da  kalan  kocaman bir boşluktur, keşke yalnızlığın o yıkıcı uğultusunu da yanında götürse,olmaz işte  payına düşen budur   gidişlerde, oyunun bu perdesinde kalansındır, çünkü gidenin ardından bakan
               O zaman gitmek istersin , bu artık , bi yelkenliye binip açık denizler mi , trenle rayların tıkırtıları arasında sallana sallana  ulaşılabilecek  en uzak noktamı , uçakla göklere çıkıp uzunca bir süre aşağı inemeyecek kadar ötelere gitmek mi , gözün kararırsa  hiç önemli değildir. neresi nereler olduğu  o kadar ki , bu kaf dağı bile olabilir  hepsi aklına geldiğinde  süper bir fikir halini alır  tasarladığın  an itibariyle . Kim bilebilir ki belki orada insanlar vardır. Hatta bir bakarsın  kalabalık bile olabilir.
                   Bazen gitmeyi başarırsın belki istediğin kadar uzağa değil, gene de gitmek gitmektir. Hedefe ulaştığın  zaman anlarsın ki,  konunun gitmekle ya kalmakla  hiç bir ilgisi  yok, kendini götürdüğün sürece her yer aynı insansızlıkta olacaktır.                                                  
                         Hemen bir B planı yaparsın olacak gibi değildir çünkü bu duruma tahhamül etmek olanaksızdır. Nefes almak bu kadar mı can acıtır ?Acıtır işte bu yüzden de çıkış yolu aramak zorundasın tıpkı labirentte peyniri arayan fare gibi .  Kendini bırakman gerekli bir yerlerde  tamam buldun işte. Çare bu , derdinin dermanı bu . İyi de nerede bırakacaksın , hangi zaman diliminde, dilimlerin  hem  hepsi kayıp , hem her an onunla olduğun saniyeler bütünü oluştururken.
                         Birilerini ararsın can havliyle , geçmişte bıraktığın, bu epey bi geçmiş olmalı ki , onunla yaşadıklarını , birlikte nefes aldığını , uzaklarının , yakınlarının hepsinin onda yoğrulduğunu  ,  bilmesin , bilmesin ki , bunların konuşulması da imkansız hale gelsin. Fikir güzelde arananların kiminin telefon numaraları değişmiştir. Kiminin yaşadığı şehir ,  ya da seni hatırlamaz , hatırlasa  bile umursamaz . E ne yapalım o kadar da uzaklara gitmeye gerek yok. Daha yakından birileri de olabilir. Hem o kadar sohbet konusu varken tutup onu mu konuşacaksın. Güvenirsin bu konuda kendine gereksiz bir deli cesaretiyle ,
                       En nihayetinde bir can simidi bulunur bulunmaz hemen sözleşilir, en kısa sürede de buluşma gerçekleşilir. Konu konuyu açar. Olağan dışı hiç bir şey yokmuş gibi davranalır ilk dakikalar, sonra durum zorlaşır  ve bu olağanlığı devam ettirmeye  çalışırken dozu kaçırır fazla  neşeli olursun, bunce neşeli haldeyken gözlerinin buğusu , yüzündeki anlamsız ağlamakla gülmek arası ifade,tüm bunlar bira araya gelince de yakalanırsın  pek tabii , aslında suçlu  kötü bir senaryo da , kabileyetsiz bir oyuncu olmandır.
                    Sonunda da  kaçmaya çalışırken, zincirlendiğin yerdesindir. Harfler daha biraz önce ağzından zorla sese dönüşen şeylerken , şimdi çağlamışlar , hiç mi hiç zorluk çekmiyorlar kelimeleri, cümleleri oluşturmakta. Anlattıkça   azalacak sanırsın , Bilakis çoğalır ,çoğalır,çoğalır  senden bile fazla olur özlemler , pişmanlıklar kızgınlıklar.Kaldıramazsın omuzların çöker, yüzün düşer , pes edersin.   İşte  çözüm sandığın bir olasılığı daha önünde duran çay bardağının buğusunda boğmayı başarmışsındır.
                       Sonra şöyle bir irkilirsin, benliğine iner iç sesine kulak verirsin dön hayata yakala bıraktığın yerden, tut ipin ucunu sadece senmisin bu konuda dertli  olan ,kalk ayağa, ee öyle ölmeyi düşünmekle, ölmek aynı şey değil,kolay hiç değil,  yarım da olsa doğrulursun, belin bükülmüştür.Tam dik olamazsın  tabii ama olsun, artık oyunun kurallarını sende biliyorsun, bir şekilde uyum sağlar, kendine dönersin arayışın yeniden başlar.İlk önceleri ya hep uyursun zaman geçsin tükensin bende içinde tükeneyim dersin, ya da  seni anlamayan gözlere, yüreklere yelken açar,buz gibi elleri tutarsın.Anlamsız.
                            Perdenin son oyununda bir bakarsın aynaya "bende sana verecek kadar ben kalmadı. " diyerek atarsın onu hayatından , hiç bir kırıntı , hiç bir iz , duygu bırakmadan. Silersin tümden hatta artık kızgın olma nefret etme dürtüleri bile yoktur içinde.  Nazım Usta'nın dizeleri gibi devam edersin yoluna "Bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçesine"
                                 
                             Bir günleriniz hep tünelin aydınlık yanına yakın olsun
                              Bir gün görüşmek üzere ,,
                              Hoşçakalın

1 Mart 2012 Perşembe

MİLYONDA BİR İHTİMAL

    

 Bir gün o çıkar karşına, yaşın kaç bilinmez kimbilir  belki 17 ,20,40, yada 50 hoş önemi de yoktur, önemli olan sadece ve sadece o dur.yüzlerin, binlerin, milyonların arasından süzülüp karşınıza çıkan bir kişi. Milyonda bir ihtimal olan bu kişi  tek olabilir ama hayatınızdaki kapladığı hacim hiç de öyle değildir.
     Bir anda  dünyayla cennet arasında bir yerlerde Araf"da bulursun kendini,çok güzeldir burası öyle ki ne cennete gitmenin yolunu ararsın ne de dünyaya dönmeye çalışırsın. Bu  arada kalmışlık kadar sana mutluluk verecek bir şey yoktur. o vakitlerde ne kariyer düşlersin, ne paranın anlamı vardır, ne de  dünyada yaşayan adına insan denen diğer varlıklar sizi ilgilendirmez. Bu öyle bir hale getirir ki seni en sıkı dostunla  buluşman gereken bir günde milyonda bir ihtimal seni arar. 
-Bu gün görüşebilirmiyiz
-Ayy çok güzel olur
-Seni çok özledim
-Ben daha çok hemen hazırlanayım
      Birden aklınıza gelir başka sözünüz var. sadece on saniye düşünürsünüz o da bahanelerin arasından birisini seçmek için bir an tereddüt etmeden  telefon alınır. 
-Alo 
-Alo arkadaşım bu gün kötüyüm biraz görüşmesek olur mu? Ama dur öyle derse bu sıkı bir dost demi hemen yanına ziyarete gelmek ister. Seni hastaneye götürmek ister. Yok yok olmaz bu yeniden prova edilir.
-Alo 
-Kanka bizim patron kahretsin illa mesaiye gel diyor. ya ne kadar üzüldüm bilemezsin. seninle yarın görüşelim biz olmaz mı 
-Ya olur da benim yarın programım var önceden ayarladım oooff ne yapsak
-Kanka boş ver boşver kendini üzme daha sonra konuşuruz kapatmam lazım by
     Çar çabuk kapatılır telefon ne de olsa daha hazırlanması gerekli. Mutlak beğenilmesi gereken bir durumdur bu kolay mı?  Eldeki en iyi  malzemeler kullanılır, hayata en olumlu bakılan tavır da üzerine bir güzel oturtulur, olabildiğin kadar en bir halde çıkarsın karşısına, ve onu da öyle bulursun buluşma noktadan da. bu kez saniyeler gereksiz bir hızla kovalar dakikaları keza onlar da saatleri telaşlıdırlar bir an evvel gidecekleri yere gitmeye çalışırlar gereksiz. Bu gereksizlik ne yazık ki ayrılık zamanı demektir. Eller ellerden ayrılır evvela, son bir öpüşme koklaşma ve en zor olana gözlerin birbirinden kopmasına gelir sıra, Genelde hep oğlan bakar kızın ardından uzuuun uzuuun.  
     Evine çekildiğinde  yine anne, baba, arkadaş, kardeş diğerleri sanal varlıklardır senin açından zira, açının çapı elindeki bol bol gülümseme işareti  koyarak yazışmanı sağlayan telefondur. Bazen diğerlerinden kimileri densiz densiz ne o sen kiminle mesajlaşıyorsun dediğinde gerçek karanlık dünyaya zorunlu dönüş yaparsın hiiççç  arkadaşlar işte aman canım ne var sanki der ve en fazla on dakika oyalama taktiğinden sonra tekrar dönersin arafına
     Ya sonra ?
      İşlerin düzgün gitmesi ve ilişkinin evliliğe dönüşmesi veya uzun soluklu bir hal alması olasılıklar arasındadır.Gerçi kurulan hayallerde bir takım farklılıklar vardır tabii. Mesela bu harika milyonda bir olasılığı meydana getiren bir annenin varlığıdır ilk göze çarpan, eh bir de yanında kardeşleri varsa işler biraz daha zorlaşır. En fenası da arkadaşlarının arasında gıcık bulduğun hatta bazen seninkini kıskandığın tiplerdir. İki kişilik dünya yoktur artık. Arafa çıkma anları sınırlanmaya başlamıştır. zamanla istisnalar bile dönüşebilir.
     Mesaj çekmeye gerek yoktur. Hep yanındadır yalnız bu kez kelimeler kaybolur.Allah Allah ne konuşurdun sen onunla onca saat, o kadar, cahillik işte dersin küçük bir tebessümle önceleri , sonra o günleri özler, eğer işler çığrından çıkarsa da lanet edersin kendine yaptıkların için
     Mutluluğun kumbarası gibi görülen pembe panjurlar aslında hiç  bir zaman varolmamıştır. Çoğu kez taşınılan bir apartman dairesidir. Çoğu kez duvarları da gridir üstelik bu dairelerin ya da duman rengi, cıvıltını, coşkunu neşeni temsil edecek o küçük evin bazen boğmaya başlar seni, önce işin için ne kadar gereksiz bir fedakarlık yaptığını anlarsın iş yerinden Mualla"ya rastayıp da 
-Aaaa nasılsın hayatım ne var ne yok 
-iyi şekerim sağol işte ben de pazarlama bölümü şefi oldum. Biliyormusun bu ay Milano'ya bağlantı kurmaya beni yolluyorlar harika değil mi?
---Öylemi çok sevindim 
     Yalan aslında sen olmalıydın  o  hatta en az o daha yukarılarda bile olabilirdin aslında aklından geçen buydu aslında 
     Neydi ayağının yerden kesilmişliği , sorgulamaya başlarsın kim bilir belki ağlarsın da   üstelik tek başına da yapamazsın bunu, sıkı dostun vardı senin hatırlarsın 
    -Alo 
    -Hayırsız ne yapıyorsun nerelerdesin? (sesindeki samimiyet şaşırtır seni)
    -iyi ne olsun sen nasılsın görüşelim mi pat diye büyük bir istekle söylersin farkında bile olmadan 
    -Olur ne zaman istersen 
    Bir an bile olsa eski heyecanını yakalarsın tüm sorunları , soruları çözecekmiş gibi güçlenirsin yeniden omuzlarını dikleştirir ve buluşma noktasına gider başlarsın anlatmaya  her kelimede biraz rahatladığını hissedersin. 
     Galiba insanoğlu sahipolabilme   güdüsünü  sahipolana kadar kovalıyor. Ondan sonrası rutinlik, tekdüzelik, çelişki, "artık benim" gerçeği  bencillik ve koruma dürtüsünü sunuyor önüne ve sevdiğine altın bir kafes veriyorsun güle oynaya...
     Oysa ikili yaşam bıçak sırtıdır. ve yürüdüğün yol sabunlu her an kayabileceğin bir zemindir. Herkes vazgeçilen olabilir. Sen  bile....
     Bir günleriniz hep tünelin aydınlık yanına yakın olsun.
     Bir gün görüşmek üzere 
     Hoşçakalın
   
     

                                                                                 

   
   


14 Şubat 2012 Salı

BAŞLIYORUM BAAŞŞ-LAA-DIIIMMM VE BİTTİ !!!

    Herhangi bir işi girişme,aşka, okula, arkadaşlığa başlarken ne kadarda haz duyarız.Hafifleriz birden, ayağımız yerden kesilir nefesimiz sanki sürekli nane şekeri yiyormuşuz gibi  açıktır.Hatta sanki gökyüzüne yükselebilirmişiz,her yere erişebilirmişiz gibi kendimizden emin halimiz ve yüzümüzde daimi kalan bir tebessüm..
    Hiç kimseyi tanımıyorum ki bir ilişkiye merhaba derken (bu günü birlik bile olsa)  ayakları yerden kesilmesin, kendini sürekli iyi hissetmesin. Sanırım bu büyünün bozulduğu an her şeyin rutinleştiği,tüm taşların yerine oturtularak düzen kurmak dediğimiz normalleşme hareketlerini oluşturduğumuz anlardır. işte o vakitler ilişki sıradanlaşır.
    Ne de olsa sevgili yücedir, eşi benzeri yoktur, ondan başka kim seni bu kadar mutlu edebilir ki, kimseye verilmez o  yarin al yanağı, her kesten sakınılması gerekir, bazen korunması kollanması , gün gelir, gün geçer,bizim sevgiliye bir gün şöyle bir bakarız ve malesef görürüzki, o normal bir insan, hatta hataları kusurları bile olan normal bir insan, tıpkı kalabalıktaki diğerleri gibi.
    Düşünün açken huysuzluk edebilir,doyunca geğirebilir, uykusuzken hırçınlaşabilir, düşünürken somurtabilir, hatta sizin düşündüğünüzden farklı düşünüp, olaylara başka bir persfektiften bakabilir,ilk zamanlar tüm bunlara
"aman ne olmuş, zararı yok, benim ikizim değil ya "denir. sonra sonra bunlar büyür, büyüür kocaman bir sorun yumağı halini alır, çözmeye çalıştıkça kördüğüm olan.
     Yeni bir iş önümüzde nasıl bir ufuk açar her defasında, her başlangıçta öyle ki bu yol  kesinlikle yürünecek, kariyere giden basamaklar tek tek  çıkılarak zirveye yerleşilecek kaçarı yok.
      Derken, günler günleri kovalar, haftasonları biter yeni pazartesiler gelir yerleşir haftanın başına,bir gün bakarsınız sorun çıkaran müdürdür. Yada yan masadaki arkadaş sana çelme takan,işleri önce büyük bir hevesle öğrenirsin,akşam mesaiye kalır,eve geldiğinde tüm günü evdekilere hiç bir satır atlamadan anlatır, olaylar üzerinde yorum yapar,gün boyunca eline geçen fırsatları nasıl da doğru değerlendirdiğini anlatır durursun da ya sonra?
-Bu gün iş nasıldı hayatım
-Her zamanki gibi işte
-Müdürle nasıldın?
-Aman nasıl olunabilir ki?
     Artık işler öğrenilmiş, her gün bir diğerinin aynı olmaya başlamıştır.Bizim basamaklar mutlaka bir yerden kırılarak,arada kocaman bir gedik yukarısı artık bir hayaldir.
    Sıfır bir ev ferahtır,temizdir, mahalle nezih,komşular güzel dostlukları müjdeler, sabah ve akşamları başlarını hafif eğerek "günaydın-iyi akşamlar" derken. Onlar hem iyi hem de kibar insanlardır. En nihayetin de bir gün sizin banyonuzdan sızan su o kibar komşunun holüne doğru yol alır.Üstelik ters de bir zamandır.Tamiratın bir süre ertelenmesi gerekir.Ne olsa komşu iyi biri gerekirse konuşulur halledilir.
   Kapı çalar
-Banyonuzu tamir ettirirmisiniz yoksa ben kendime bir gemimi alayım.
-Efendim, şeyyyy, tamir, bir kaç gün
-Bırak kardeşim lafı ağzında gevelemeyi, orası tamir olacak o kadar.
  Demem o ki , ne olursa olsun ne yapılırsa yapılsın başlangıçlar güzeldir.Olayların içine girmeden, insanları derinlemesine tanımadan, sizin için halen süprizler içerirken,tüm her şey yüzeyselken, içeriğinde sırlar barındırırken güzeldir. Böylece hiç bir obje yaşlanmaz hayatınızda, yaşananları eskitmez.Sanırım bu yüzden seyyahlar  hiç yaşlanmazlar.Yüzyıllarca bizimle beraberdirler.
   Evliya Çelebi kadar genç  kalmanız dileğiyle...
   Günleriniz tünelin hep aydınlık yanında olsun.
    Bir gün görüşmek üzere Hoşçakalın,

2 Şubat 2012 Perşembe

YOLCU OTOBÜSÜM

           Bir gün otobüste insanlara baktım. Her birine tek tek... Kimi yorgun, Kimi düşünceli. Her birinin bir hikayesi vardır mutlaka dedim kendime ve sonra bu gözlem hobim haline gelmeye başladı. Analizler yaptım, otobüs insanlarını kobaylarım sayarak...
           Kimilieri vardır otobüse bindikleri noktada mıhlanırlar ve asla kımıldamazlar. İtersiniz, ayaklarına basarsınız, homurdanırsınız olmaz. Onlar yeminlidirler orda öyle durmaya. Eğer kımıldayabilme şansım varsa bu insanların yüzlerine bakarım uzun uzun... Öylece durmaları, bu konudaki ısrarları hatta bazen söylenmeleri hayatta da öylece kalan, durduğu yerde duran, alışkanlıklarını zamanla hayat biçimleri haline getiren insanlar olduklarını düşündürür bana. Örneğin bu insanlardan birisi bir memur diyelim. Asla bulunduğu odayı, kalemi ya da görevli olduğu konumu değiştirmek için girişimde bulunmazlar hatta ve hatta böyle bir durumun gerçekleşmesi korkusuyla sürekli tedirgin olurlar, bu uğurda tehlike gördükleri -ki bunlar genelde yeni olanlardır- kişilere sorun çıkarıp, göz dağı verirler. İş yeri bu şekilde geçiştirilebilir ama gelgelelim bu kişilerin bir de özel hayatları vardır. Birini beğenirler, karşı taraf istemese neye yarar ? Bizim sabitçi ısrar ve sebatla aşar sorunu. Daha sonra belki geçinemez ama olsun bu evlilik yürümek zorunda (!)... En beteri de çocuk yapmalarıdır. O zavallı küçüklerin gidiceği okuldan yapacağı mesleğe kadar hepsi belirlidir... Bir de sürekli etrafa bakıp oturmak için boşalacak koltuk ararlar, gözleri fel fecir okur. Bu uğurda her türlü kavgaya, hak çiğnemeye, insanları ezmek suretiyle kendilerine yol açmaya meyillidirler. İnanın bana böyle insanların iş yaşamında karşınıza çıkmasını hiç istemezsiniz. Durmadan devam eden bir rekabet, hep bir üst mevkiidir hedef. Bunun için üzerine basılmayacak insan, harcanmayacak arkadaş, çevrilmeyecek dolap yoktur.
         Ya arada öyle pasif, ürkek, birileri onlara çarpacak, geçerken dokunacak diye huzursuz olanlar... Onlara bazen kızar (bu kadar sünepe olmak niye diye) bazen de üzülürüm.Düşünsenize böyle birinin egolu bir amiri, hırslı bir arkadaşı olduğunu. Her türlü zulme açık, hep mutsuz, hep korkak insanlardır onlar. İşiğin komiği kibar, kendi halinde olmakla karıştırırlar bu durumu. Çocuklarına sürekli tembih ederler: "Sus sakın konuşma !" Örneğin:
-Baba öğretmen bana vurdu..
-Oğlum öğretmen o, döver de sever de...
-Arkadaşım saçımı çekti !
-Kızım olsun sen sakın kavga  etme ! Sen SUS, sen KORK, GÖZLERİN ÜRKEK KALSIN e mi ?!
           Hayalcileri de unutmamak lazım.. Cam önünde, orta kapının orada kendilerine bir yer bulabilirlerse hep dışarıya bakar, durmadan hayal kurarlar. Gözleri hep dalgındır, hep hülyalı... Çok çabuk anlarsınız onların aslında çok başka yerde olduklarını. Hemen hemen tüm iş girişimleri başarısızlıkla sonuçlandığı için şimdi hiç de mutlu olmadıkları bir yerde maaşlı çalışır bu arkadaşlar. Çünkü daima bedenleri burada, düşünceleri uzakta olduğundan, hayallerine ulaşmak için çıktıkları yolda yürümeye vakit bulamadıklarından o yolun sonunu asla göremezler. Murathan Mungan'ın otuzlu yaşlardaki yalnızlar ordusunun askerleridirler çoğu kez...
           "Peki bu otobüste sen kimsin ?" diyeceksiniz değil mi ? Ben otobüse bindiğim anda bir hareket içerisinde, hep daha ileri, daha arkaya geçmeye çalışan, oraların daha rahat olduğuna inanan biriyim. Hep gezginim yani ben. İki yıl üste üste aynı evde oturamam, hiç oturamadım en azından şimdiye kadar. Bu böyledir, diğer insanlar bölüm değiştirmeyi düşünürken ben sektör değiştiririm. Mesela pazar araştırmadan inşaat sektörüne, olmadı devlet memurluğuna, o da kesmedi öğrenciliğe... İlişkilerimde de affedemediğim durumlar olduğunda kesinlikle bu ilişki yürümek zorunda diye bir iddiada bulunmam.
           Kısaca bu yazdığım gözlemlerin hepsi tecrübeyle sabittir. Hayat bazen insanı kendi küçük oyunlarını yenmeye sevk eder, bazen mutlak yenilgiye ya da bazen benim gibi oyunu hiç bitirmemeye...
                               Bir günleriniz tünelin hep aydınlık tarafında olsun...
                               BİR GÜN GÖRÜŞMEK ÜZERE HOŞÇA KALIN.

18 Ocak 2012 Çarşamba

GECEKONDU ÇOCUKLARI

          Gecekondu çocuğu olmanın avantajları saymakla bitmezdi aslında,bizim mahallemizde herkes birbirini tanıdığı ve yabancı biri mahalleye girdiği andan itibaren de dikkat çektiği için sabahtan akşama kadar sokaklarda güven içinde oynardık. Şimdiki çocukların Omo reklamlarında izlediği üstünü başanı kirleten mutlu çocuklardık biz.
          Her ne kadar pastayı sadece düğün salonlarında da yesek, fiyakalı formalar yerine siyah önlüğü ortaokul yıllarında bile giyiyor da olsak, çeşit çeşit spor ayakkabı modelleri yerine lastikle okula gitmek zorunda da kalsak, hatta bu yüzden 23  Nisanda şiire seçildiğiniz halde öğretmeniniz tarafından ya kundura ayakkabı almamız ya da şiiri okuyamayacağımız söylendiği için iki kuruş parayı acil toparlayan velilerimizle koştura koştura kundurayıca gitmiş de olsak, kocaman çayırlarımız vardı bizim dileğimizce koştuğumuz; kuyrukları rengarenk gökkuşağı ahengiyle uçurtmalarımız  dolanırken gökyüzünde, gururla koşardık onların peşi sıra...
          Bazen kuyruklarına jilet takardık uçurtmalarımızın, muzipçe diğer çocukların uçurtmalarının kuyruklarını koparıp kendimizinki salınsın diye renkli bir gelin gibi. Sonra ağaçlara tırmanırdık, hatta bir keresinde ben mahalledeki  arkadaşlarımla ağaca tırmanma yarışı yaparken düşmüş ve sağ elimin avuç içini bayağı bir parçalanmıştım. Küçük taşlar batmıştı. Acıdan çok anne korkusu kaplamıştı içimi, benimle beraber arkadaşlarımda korkuyordu ondan. Çünkü annem hepimiz için kabus olacaktı. Hemen çözüm üretip mahalle bakkalımıza gittik (evet eczane de değil, doktor da). Bakkal abla sonra cımbızla elimdeki taşları tek tek çıkardı, yara bandını avuç içimin her yanına sardı. Akşam yemeğine kadar her şey kontrol altındaydı. İşte mesele kaşığı tutabilmek olunca benim elim arıza yaptı, eğreti bir şekilde tutabildiğim kaşık annemin gözünden kaçmadı. Annem "Aç bakalım avucunu" (benden sessiz bir bakış) "aç aç...  Sen ne yaptın kendine öyle!" ve devamında yakalanmış, bir güzel paylanmıştım.
         Yazlık sinemaya gidilen geceler çocukların ortak planlarıyla gerçekleşirdi. Bir anda yaygara çıkarılarak akşam tüm mahallenin sinemaya gitmesi sağlanırdı. Ne güzeldi o geceler... Her hafta değişirdi vizyondaki filmler, Cüneyt Arkın "yeminimi bozdum uleeeennnn !" diye bağırdığında tüm seyircilerden özellikle bekarlar kısmından -o yıllarda sinemalarda aile yeri ve bekar yeri olarak belirlenen bölümler vardı- daha fazla olmak üzere yükselen ıslıklar ve "yaşa, aslansın sen, yürü be !" nidaları her yeri inletirdi. Dönüş çok kolay olmazdı çünkü çok geç saatte film biter, sokaklar hele hele gecekondu mahallerinin sokakları doğru düzgün aydınlatılmaz, karanlıkta bozuk yollarda uyuyan çocuklar büyüklerinin sırtlarında,sadece birlikte olmanın güveniyle yaya olarak evlerimize dönerdik.
        Tamam bizim şimdiki gibi dışarı çıktığımızda alternatif yiyeceklerimiz, alışveriş merkezlerindeki çok çeşitli mağazalarımız yoktu. Ancak mahalledeki bir ya da en fazla iki arabaya zorla sığılarak gidilen pikniklerimiz, ağaçlarda kurulan kocaman salıncaklarımız, denizde giyecek mayolarımız olmasada giyilen tişört ve şortlarla denize girilip eğlencenin dibine vurulan anlarımız vardı.
         Değil bilgisayar oyunlarımız, televizyonumuz bile siyah beyazdı bizim. İlk renkli televizyonu almış olan komşumuzun kızı, sorardı bazen  izlediği şeylerdeki renkleri, biz de atardık ama çoğu kez tutmazdı. Sonra tek tük  derken iyice yayıldı renkli, tek kanallı televizyon. Aslında ona ihtiyacımız yoktu. Yaz aylarında zaten herkes dışarıda otururdu. Çayın parasıyla satıldığı cafeler yokken sokakta birilerinin demlediği çay içilirdi. Kışın ise  ziyaretler yapılırdı evlere. Dizilerin reklam aralarını kapsayacak şekilde değil de uzun soluklu sohbetlerin yapıldığı ziyaretlerdi bunlar. Biri hasta olsa  herkes bilirdi mesela. Şimdi sitemizde hatta apartmanımızda, bırakın hastayı cenaze çıksa "Ne olmuş acaba ? Aaa tüh tüh, yazık.." deyip evlerimize, kendi çemberimizin içine hapsoluyoruz. Tıpkı hafta sonu etkinliklerimizde tıkıldığımız büyük karton kutulara benzeyen suni ışıklara sahip alışveriş merkezleri gibi.
          Şimdi ki çocukların bilgisayarları var belki, çok varlıklı olmasalar bile bir şekilde markalı güzel kıyafetler alabiliyorlar kendilerine. Teknolojiyi çok iyi biliyor, rahat yaşıyorlar. Fakat neye yarar ki evlerin içinde mahkumlar ? Vazoyu kırmamak, duvarları yazmamak... Çok erken yaşlarda zorlu okul sınavlarına hazırlanmak üzere haftanın yedi günü dershane  ile okul arasında  birden bire büyük oluyorlar. İkisinin ortasını nasıl mı buluruz ? Çocuklarımızın çocuk olma haklarını katletmeyerek, onları "güzel günler görecekleri" fikrine inandırmak yerine güzel günlere uyanmalarını sağlayarak...
             Bir günleriniz tünelin hep aydınlık yanında olsun.
             Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın!

9 Ocak 2012 Pazartesi

1980 lerde çocuk olmak....

    1980'lerde bir gün, bir sabah ülke tamamen değişti her şey,her yer , her bir kişi , öyle ki insanlar anlamlandıramadığım bir şekilde birbirlerinin gözlerine bile uzun uzun bakamıyor, kafalarını çevirip, bakışlarını kaçırıyorlardı birbirlerinden, telaş, koşturma, fısıldaşmalar"duydunmu bizim Hayriyelerin oğlu yokmuş,
-Nasıl gız
-Bildiğin yok işte geçen hafta gece gelip almış eskerler,sonra kaçtı yok oğlun burda git de anarşit arkadaşlarına sor sen iyisi diye paralayıvermişler kadıncağızı. Hayriyeyi görme yürek dayanmıyor. Çok kötü deli gibi bakıyo ondan ötürü bir sorup öğrenemedim bildiğim bu kadar"
     O günlerde  öyle durumların yaşanması son derece olağandı.Hava  korku kokardı. Herkes haklıydı, gel gör ki bi o kadar korkaktı da.
     Sadece biz yani çocuklar daha az korkardık. bunun istisnası ise, annenin, babanın, ablanın, ağabeyinin, bu işlere karışmamış veyahut yakalanmamış olması idi.Kendiliğimizden kimse bize öğretmeden SUSARDIK. niye sustuğumuzu bilmeden hem de , kimin için sustuğumuzu.
     O vakitler güvenlikli siteler olmadığından gecekondular da kendilerini  daha içerilere saklarlardı, bahçeler vardı önlerinde bazen , bizimse  rengini yeşil anımsadığım bir tahta kapıdan girdikten sonra uzun bir holü andıran beton zeminli koridor, o koridorda da  ortak tuveletimiz, sonra genişleyen bir avlu, ve bu avluya açılan başka kapılar, başka hayatlar şimdiki apartman dairelerimzde antreye açılan odalar gibi , insanların yaşadıkları küçük kartonları anımsatan iki göz evlerinin kapıları bakardı. o avluya. Yerler kolay yıkansın, fare gelmesin , böcek olmasın diye çini taşı döşenmişti.Ancak  dut ağacımızın yaşayabilmesi  için etrafına pirketler örülerek bir parça toprak alan bırakılmıştı. İşte o avluda, akşam yemekleri,  birinin yaptığı pilav, diğerinin yemeği, ötekinin çorbasıyla,kurulan Halil İbrahim Sofrasına  hep birlikte yenilirdi.Yemekten sonra kimse fark bile etmeden hemen dut ağacına çıkar oradan bakardım bizim bahçe insanlarımıza, şimdiki ilişkilere baktığımda keşke diyoruim daha fazla izleseydim , daha fazla kafama kazısaydım o bahçe insanlarının mutluğunu, çekişmelerini, bütünlüğünü.
     Evlerde hayat böyleyken dışarıda bir alıp verememezlik, bir düşmanlık vardı anlamsız. Destancılar gezerdi o günlerde boyunlarına bir küçük teyp asmış genelde görme özürlü olan insanlar, ağlayan bir kadın ya da küçük bir kız çocuğunun sesinden ağıta benzeyen , biraz da şiir karışımı  içli bir takım  müzikler yaparlar, bunlar evlerden duyulduğunda insanlar dışarıyı hatırlar ve yanındaki herkesin yarın kaybolma eve dönmeme tehlikesi akıllarına düşünce , türküye üzüldüğünü sanarak  aslında  kendilerine ağlarlardı.
     Gecekondu evlerde hele bir de ağaç varsa ortada damlara çıkmak çocuk oyucağıydı.  Kırmızı kiremitlerin üzerinden seke seke anlık bir zaman diliminde mahalle değiştirebilirdin. Bizimki de böyle bir avluydu. Her şeyin rutin gittiği bir sabah, öğle , akşam bu değişken olabilirdi.Birden bire hiç tanımadığınız koşan bir genç sizin bahçenize girer,oradaki büyüklere sessiz bir bakış atarak hayalet edasıyla kayboluverir, peşi sıra gelen soluk soluğa kalmış askerler, buraya biri girdimi diye sorduğunda herkes hayır cevabı vererek neyi koruduğunu, kimi koruduğunu bilmese bile korurdu işte. Bizse, kimse bakın çocuklar karışmayın, fena yaparım demese bile askerlerin  bakışını üzerimizde hisseder hissetmez  o an ne yapıyorsak ona döner ve susardık. Çünkü soramazdık büyüklerimize, sorsak da kimse konuşmaz anlatmaz, anlatamazdı Sükut ikrardı. Konuşmak fena.               
 Bizim de çoğu zaman işimize gelirdi.  mesala, sokağa çıkma yasağı bana göre babamın evde olması , hatta tüm bahçe insanlarının evde olması demekti. Daha sonra kimsenin olmadığı sokaklarda dolaşırken askerler eğer kimseyi kovalamadıysa  moralleri iyiyse  bizimle şakalaşarak , aksi olduğunda da azarlayarak evlerimize yollarlardı. Tabii sadece asker değildi bize bunu yapan bide sokaklara yazı yazan bazen hiç tanımadığımız bazen de işte bizim Hayriye Teyzenin oğlu mahalleden abilerimiz kovalarlardı eve. İlginçtir. bizi her iki tarafta korurdu. ve biz her iki tarafı da görür ve konuşurduk. Bu yüzden bilirdik  aslında ikisinin birden korktuğunu.Bilirdik de hiç bi yana diyemezdik. Aslında onlar da sizden korkuyor. Her ne yapıyorsanız yapmayın diye. Konuşmak yasaktı zaten. Hele hele bir yana taraf olmak. Fenaların en fenası olabilirdi.Bizim için olmasa bile büyüklerimiz için onlar sorumlu olurdu bundan çünkü o vakit onlarda taraf sayılırdı.Çocuklarının bildiklerinden mesulduler çünkü.

          Çelişkilerin başlağı gün se  o gündü işte  12 Eylül , tüm dengelerin değiştiği, birden bire anarşit olduğu birilerinin ,ötekilerin vatansever. Benim o günlerde çözemediğim kördüğüm, şu anda da pek çözdüğüm söylenemez, her saftan  bir sürü kaybın verildiği bir durumda hep karşı saftakiler  , anarşitti, diğeri bizim Mustafa Efendinin Yiğeni, Hayriye Teyzenin oğlu onlar olacak değil ya canım, diğerlerini tanımıyoruz ne de olsa insan bilmediğinden korkar ya zaten. İşte anarşit onlar. Biz mi karşıdan, karşının gözüyle bakıldığında hangi saftayız  ANARŞİT.
            Bir günleriniz tünelin hep aydınlık tarafında yaşansın.
            Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın !
      

    

1 Ocak 2012 Pazar

       İlkokula başladığımda "bir gün" derslerim için bana yardımcı olacak pek de kimsenin olmadığını gördüm.
       Aslında altı kardeşiz: Bir abim, üç ablam ve de bir küçük erkek kardeşim varken hem de böyle bir durum içindeydim.
       Şimdi benim annem, annesinin  "ya şu kızı okula yolla bak yoksa hükümet sana ceza yazacak" diye gelen devletin bekçisinin başını bir taşlar yaran ve "kız benim hükümetin değil, ben de kızımı okutmuyorum tasası  sana kalmamış"diye kükreyen annesinin korkusuna, hadi gallim (annemlerin köyünde kardeşim manasına gelir.)biz kaçalım kendimizi okula yazdıralım diyen çocukluk arkadaşı ile okula kendini kaydettirmeye cesaret edemeyerek, okula gidemediğinden hiç mektepli olamamış biriydi.
       Babamsa, yaşadığı  köyden üç köy daha uzakta bir okula giderken kendisine lazım gelen kurşun kalem için babası, bir gün boyunda ağaç kesmek zorunda kalan, gün sonunda ise  potronu olan kişinin  ikiye böldüğu kalemin  yarısını alabilen bir durumdayken çetin şartları bu kadarla da bitmiyor, okula arkadaşlarıyla grup olarak giderken sık sık karşılaştıkları ayılardan birinden  o gün kaçamayarak malesef ayının ağır bir tokadını yemiş ve bayılmış.Köye dönmeyi başaran arkadaşlarının büyükleri getirmesiyle kurtarılmışi,ancak bunun üzerine okulun kapısı kendisi için  dedem tarafından sonsuza kadar kilitlendiğinde, ilkokul üçüncü sınıftaymış. Ama öyle garipsemeyin bu babamın zamanındaki çocuklar  için bayağı bir tahsilmiş hatta babam annemi bu konuyla ilgili bazen kızıdırırdı.Gazete okurken muziplik olsun diye anneme cahil olmasan sende okurdun diye takılınca annemin  sen sanki ne kadar okudun diye çıkışmasına, " sen ne diyon hanım benim öğretmenim zaten beşi bitirmişti yani ben iki sene daha okusam öğretmen olacaktım"diye annemi iyiden iyiye çileden çıkarmayı başarıyordu. ee hal böyle olunca listeden babayı da çıkarmış oluyordum.
      Ablalarımın ikisi zaten evli olduğundan bana hiç faydaları yoktu. onların da öğrencilik geçmişleri çok uzun vadeli ve parlak bir dönemi temsil etmiyordu üstelik. en büyüğün bir küçü olan ablam okuldan kaytardığı bir gün öğretmeni yolda buna denk geliyor. "ne yapıyorsun sen burada" diye sorduğunda şaşıran ve korkan ablam" leblebilerim döküldü onları topluyorum öğretmenim" deyince hastayım bahanesini de kendi kendi kendine yıkmış oluyor. Tahmini zor değil tabii o ablamda ilkokul beşinci sınıfta okul hayatına kocaman bir nokta koymuşlardan birisi idi.
      Abim de  biraz çekingen kendi halinde bir öğrenciydi. Benden üç yaş büyük olduğu için ilgilenmesi gereken kendi dersleri de vardı. Üstelik çekingenliği de zaman zaman  onun başına iş de açıyordu.O zamanların parçalarından olan bir gün okulun belalı öğretmenlerden birinin kızından dayak yiyince hayli ateşli,kardeşine sahip çıkan kimliğe sahip  ablamsa hemen öğretmenin kızına dayağın nasıl atılacağını bir güzel anlatmış, ancak bu onun başını da belaya sokmuş,ee  hadise "eti senin kemiği benim"devirlerinde,söz konusu  öğrenmenin de okulun en sertlerinden  biri olduğu durumda  ablam için sonuç pek de katlanılası bir hal almıyor.Bu ikilininde bir ekip halini almasıyla tamamen yalnızlaşmıştım.Dedik ya en baştan,benim maceramdı başlayan bunu bir şekilde devam ettirmek zorundaydım. ve öyle de yaptım.

İlk yazılım bir felaketti.Zayıf almıştım. Bu zor bir durumdu. Öğretmen seninle ilgilenmez,okula giderken yolu senin gecekondu evinin önünden geçer, sen koşarak önüne çıkarsın sadece bir "günaydın öğretmenim" demek içindir bütün çaba ancak o seninle farketmez  bile,üstüne üstlük  evde zaten çok da parlak bir yerin de yoksa mesala annenin özlemle beklediği,  üç kızdan sonra sahip olduğu, bir erkek evlatdan sonra dünyaya  gelmiş kız çocuğuysan, hayat senin için pek de kolay değldir,Adil hiç  değildir. hep daha fazla çabalamak zoundasındır. kendini ispat etmek hatta sevdirmek için.Bunun içindir ki  en azından  okulun lehine olması gerekir.
      Bende karar verdim.  ilkokul birinci sınıf öğrencisinin ikinci yazılısında yapılmayacak bir şeyi yapacak ve kopya çekecektim oturdum planladım, temiz bir sayfa kopardım defterimden. zira biz yazılıları defterimizden kopardığımız yapraklara yapardık.Kağıdın arkasına ezberlemek zorunda olduğum tüm fişleri yazdım. Tek tek bakarak hiç bir harfi atlamadan sonra yazılı sırasında arkadan okuduğum fişleri öne geçirdim.İşi biten fişleri de sildim  hemen ki elde kanıt olmasın.Ön tarafa yeniden yazdım iyi ki de yazmışım, sınıftan bir çocuk da önceden hazırladığ fişlerin üzerinden yazıyormuş gibi yaparken öğretmene yakalandı sonu pek hoş olmadı. Buna rağmen ben tüm fişleri silip olaydan vazgeçmedim ne olursa olsun bu yazılı iyi geçmek zorundaydı. Bu benim için artık başka bir  olay durumuna geçmişti. En nihayetinde tüm fişleri zamanında geçirip öğretmene sıfır yanlışlı tamı tamına beşi hakeden bir kağıt verdim. Elbetteki beşi kaptım. Bu olaydan sonra hiç düşük not almadım. Öğrencilik hayatım bambaşka bir boyuta geçmişti. O boyuttaki benim konumumsa bulutların üzeriydi.Çok mutluydum.
          Dedik ya tünelde karanlığı aydınlatmak bize kalmıştır. diye İşte ilk ışığımı  muzip bir fikir sayesinde yakmış oldum. ve o ışık elimde koca bir meşaleye dönüşüp tüm okul hayatımın seyrini değişmesine sebep olduğu için size  bu küçük mecaremdan bahsettim.Bu maceradır ki bana çalışkanlığın ayrıcalığını yaşatan,varlığımı kabule uğraştığım annemle bile ilişkim bir nebze de olsa vücut bulduran.Bu benim için hayatla başa çıkmak adına gururlu büyük bir adımdı.Başlangıcı pek doğru değildi belki, ne derler bilirsiniz savaşta her yol  mübahtır. sonrasını kesinlikle tırnaklarımla devam ettirdiğimi de bilmenizi isterim ki bana haksızlık etmeyin.
            Bir günleriniz hep tünelin  aydınlık yanına yakın olsun..
            Bir gün görüşmek üzere hoşçakalın..!